27 Mayıs 2012 Pazar

Gümüşhane İçimde Saklı Bir Cennet


“Sende feryadımız, sende yönümüz,
 Sende yarınımız, sende dünümüz,
 Sende biter, sende başlar günümüz,
Kemanlanmış kara kaşı bu yerin.” (Zülfikar Yapar Kaleli)


            Ellerimi açarak semaya “Ya Rab! Bu Gümüş ilini sonsuza kadar vatanım kıl” dediğim cennet vatanımsın. O vatan ki her karışı atalarımın alın teriyle sulanmış, kan ve göz yaşıyla yoğrulmuştur.  O vatan ki ecdadımın ruhunun ruhuma karıştığı Fatih’ler diyarıdır. Asya bozkırlarına sığmayıp dünyanın her bir köşesine taşıdığı özgürlük ruhunun canlı olarak yaşandığı Alperenler yurdudur. Hürriyet aşkının tüm damarlarda dolaştığı yiğitler otağıdır. İlahi kelimetullahı cihana yayan Gümüşhanevî’lerin dergâhıdır.
            Geçmişin, yerin çekirdeği kadar derin geleceğin gökyüzünün sonsuzluğu kadar uzun olacaktır. Ümidini hep yüreklerinde taşır benim iyi yürekli insanlarım. Onların ufukları yalçın dağları aşıp ülke semalarını deler geçer. Onlar ki vatan uğruna gözlerini kırpmadan canlarını feda  ederler. Namusu için canını siper eden güzel insanlarım siz bir çınar gibi duruyorsunuz yüreklerimizde.
Sensin benim heyecanım, gayretim, emeğim. Ekmeğim, aşım, katığım sen. Doğduğum sen, doyduğum sen. Güldüğüm sen üzüldüğüm sen. Sen beni her türlü tehlikeden koruyan ana kucağımsın. Seninle var oldum seninle yok olacağım. Ben senim sen de ben. Ne ben sensiz olabilirim ne de sen bensiz olabilirsin.
             Kuşakkaya’nın zirvelerinde açan kardelen çiçeğimsin. İçimi ısıtan bir güneş, karanlıkları aydınlatan bir aysın. Gönlümde hiç kaybolmayan kutup yıldızımsın. Gönül ırmağım sendedir, aşar engelleri bir bir. Sevda bulutum sendedir, coşar vadilere sağanak sağanak.  Geçer içimin nehirlerinden harşit, sonsuzluğa doğru.
            Elma yanaklı güzellerim sendedir, sendedir buğday tenli yiğitlerim. Yaylalarında koyun güttüm, kaval çaldım. Soğuk çeşmelerinden su içtim, katık yaptım ayranı ekmeğime. Soğuk iklimin sıcak insanlarıyla kucaklaştım. Sevgiye yelken açtım gümüş ilinde.
Geçmişim sende, geleceğim sendedir. Sendedir tarihim, şerefim, şanım. Hayalim sende, düşüm sendedir. Anam sende, yârim sendedir. Canım sende, cananım sendedir. Sendedir türkülerim, sendedir ninnilerim. Ses bayrağım sendedir, gonca güllerim sende.
            Gümüşhane içimde saklı bir cennet. O cennet ki tüm cihana eş. Gönül vadisinden sana çıkar yolarım. Nasıl beklerse güneş geceyi ben de senin doğmanı bekliyorum her sabah içime.
Nasıl ki yağmur buluta hasretse ben de sana hasretim sevdiceğim. Senin aşkının ateşi yakıyor kalbimi. Kalbimin dermanı sende. Sen bir gelsen her şey huzura erecek, sen bir gelsen her şey anlam bulacak. Sen kalbimin saraylarının anahtarı, gönlümün sultanısın. Sen mutluluğum, sen huzurumsun.
Şimdi ve ilelebet…


Kuşakkaya Gazetesinde Yayınlandığı Tarih: 18 Mayıs 2012




Zamanın Ruhu



Aydın insan yaşadığı dönemle hep bir çatışma içerisindedir. Aydın, yaşadığı kuşağın geçmişten kopuk olduğunu, toplumun uçuruma sürüklendiğini, yönetimde bozuklukların baş gösterdiğini, sosyal meselelere yeterince ağırlık verilmediğini, toplumun hafızasının çok zayıf olduğunu, bir gün öncesinde söylenen sözleri bile hafızasında tutamadığını,  kendi kültürünü koruyup geliştiremediğini ve yabancı  kültürlerin etkisi altında kalarak bozulmaların baş gösterdiğini, sanata ve edebiyata ilginin git gide azaldığını, insanların yaşam standardının düştüğünü, kitap okuma alışkanlığının az olduğu için toplumun anlama ve algı seviyesinin düşük olduğunu, her günün bir önceki günü arattığını, idealist insanların üzerinden buldozer gibi geçerek pasif, edilgen insanlar oluşturulduğunu, güçlünün güçsüzü ezdiğini, adalet sisteminin hallaç  pamuğu gibi yerden yere savrulduğunu, eğitimin kevgire döndürüldüğünü, can güvenliğimizi sağlayan güvenlik güçlerinin aslında canlarımızı korumaktan ne kadar uzak olduğunu, sağlımızı tehdit eden unsurlar medyada çarşaf çarşaf reklam verirken toplumun sadece seyretmekle yetindiğini, gençliğin bizden çok farklı olduklarını ve onları anlamadıklarını, siyasal sistemin çöktüğünü ve yapay sistemlerin bünyeye uymadığını, kökü mazide, dalları atide olan bir toplum tezinin hayalde kaldığını, ahlâksızlığın toplumun direklerini sarstığını, hukukun güçlüden yana olduğunu, mazlumun hep güçsüz zalimin hep güçlü olduğunu, değerlerimizin günden güne aşındırıldığını ve yok olmaya başladığını, insanların artık kendilerinden başkalarını – anne babası dahi olsa- düşünmediklerini, insanlar arası iletişimin zayıfladığını ve sanal ilişkilerin insan hayatını bir ahtapot gibi sardığını, mutlu azınlığın mutsuz çoğunluğu sömürdüğünü, insanların ümitsizlik girdabında boğulduğunu, insanı putlaştıranların günden güne arttığı oysa ki yaratılmışların en acizi olduğunu düşünür.
Gerçekten tablo aydın insanın düşündüğü gibi midir? Bu kadar kötü müdür yaşam? Bir insan hasta olacağı zaman birtakım belirtiler gösterir: Baş dönmesi, halsizlik, bulantı, yanma vs. Bu belirtiler olduğu zaman insan –ivedilikle- hastaneye giderek tedavi olup hastalığını yenebilir. Toplumda meydana gelen birtakım bozuklar da çeşitli belirtiler verir. İşte bu belirtileri anlayacak ve toplumu uyaracak olanlar da aydınlardır. Aydın olmak geleceğin resmini ülke semalarına çizmektir, aydın olmak gökyüzünde bir kandil olup karanlıkları aydınlatmaktır, aydın olmak insanı için acı çekmektir, aydın olmak sevgi uçurtmalarını gönül vadisinde uçurtmaktır, aydın olmak toplumun dertleriyle dertlenmek sevinçleriyle neşelenmektir, aydın olmak topluma kılavuz olup yol göstermektir, aydın olmak mazlumun yanında yer alarak yel değirmenlerine karşı savaşmaktır, aydın olmak halk içinde olmak, halk olmaktır, aydın olmak zamanın ruhunu yüreğinde yaşamaktır, aydın olmak zamana yenilmemek ve çağları delen bir sese sahip olmaktır, aydın olmak bir güneş olup insanlığı ısıtmak ve bir yıldız olup geceleri aydınlatmaktır, aydın olmak geçmişi, bugünü ve yarını yaşayabilmektir. Öyleyse aydın olmanın bu kadar ağır sorumluluğu varken neden günümüzde gerçek aydınlara rastlayamıyoruz.  Ancak ve ancak güçlü toplumlardan güçlü aydınlar çıkar fikri hiç de yabana atılacak bir düşünce değildir. Toplum suçu aydınlara atarak, aydın olduğunu iddia edenler de suçu topluma atarak bu işten kurtulamazlar. Ne aydın toplumdan ne  de toplum aydından bağımsızdır.
İnsanlar arası kuşak farklılıklarını anlamak ve yorumlamak aydının işi. Ortalama bir insanın anlamayacağı çok şey vardır bu kuşak meselesinde. Zamanın ruhunu içine sindiremeyenler hem bulundukları zamana hem de gelecek zamana yabancı kalırlar. Öyleyse zamanı iyi anlayacak ve zamanın ruhunu geleceğe taşıyacak aydınlara ihtiyacımız var. Öyle kimseler vardır ki sadece bugünü yaşarlar ve her şeyin bugünden ibaret olduğunu sanırlar. Zamanın ne olduğu ve ne olmadığı hususunda pek bilgiye sahip değildirler. İnsan zamanın neresindedir? İçinde mi? Dışında mı? İnsan mı zamana hükmediyor? Yoksa zaman mı insana? Yaşanmışlıklara bakılınca insan zaman ilişkisi görecelik arz etmektedir. İnsanoğlu yer yer zaman rüzgârına kapılıp bir bu yana bir o yana savrulmuş, yer yer zamanı kendi düşünceleri doğrultusunda yönetmiştir. Demek ki sabit bir zaman kavramı yoktur. Esas mesele geçmişte yaşanılanları anlamak ve geleceğe taşımaktır. Yani zamanın ruhunu geleceğe aktarmaktır. Nasıl ki insanın ruhu insandan ayrıldığı zaman insan ceset olursa ruhu zamandan ayırdığınız zaman da “zaman” ceset olur.  
Zamanı mekândan ayrı düşünemeyiz. Çünkü zaman o mekânla anlam bulur. Kuşaklar arası farkı anlamak zaman ve mekân ilişkisinde gizlidir. Geçmişte yaşanılan bir olayı bugünün penceresinden anlamaya çalışırsanız yanılırsınız. Öyleyse o ana, o mekâna gitmek sağlıklı bir değerlendirme yapmamızı sağlar. Toplumdaki tüm sancılar da geçmişin sancılarıdır. Zamanın ruhunu geleceğe taşıyamadığımız için bu sancılar bir türlü kesilmemektedir. Zaman mazi-an-ati arasında bir köprüdür. Bu köprü ne kadar sağlam olursa toplumu anlamak ve toplumun sorunlarına çare olmak da o nispette mümkün olacaktır. Tabi bu köprü aydın dediğimiz toplumun öncüleri tarafından bilinçli bir şekilde geleceğe aktarılmalıdır. Geçmişine yabancı, nereden gelip nereye gideceğini bilmeyen bir toplum elbetteki uçurumdadır. Toplumu uçurumdan kurtaracak olanlar da zamanın ruhunu yarınlara taşıyan aydınlar olacaktır.


Kuşakkaya Gazetesinde Yayınlandığı Tarih: 17 Mayıs 2012





Hocalı Soykırımı


“Günlerden yirmi beş şubat hava puslu, karanlık
             Dünya görmedi böyle vahşet, böyle barbarlık”. (Selahattin Arslan)

Hocalı, kan ve gözyaşının sel olup aktığı bir nehir, tarihte izleri hiçbir zaman silinemeyecek büyük bir dram, Türk’ün titreyip kendine dönmesi gerektiğini hatırlatan acı bir tablodur.
Zalimin dişlerini mazlum bir halkın sırtına geçirdiği, insan havsalasının alamayacağı kadar çirkefliklerin yaşandığı, genç - yaşlı, kadın - çocuk demeden insanların topluca kıyıma uğradığı, Ermenilerin, Müslüman Türk milletine soykırım yaptığını dünya milletlerinin gözlerine sokulması gereken insanlığın yerle bir olduğu mahşer yeridir.
Hocalı’da yaşanılan vahşeti soykırım olarak görmekteyiz. Soykırım kelimesinin 1948’de Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde (SSECS) hukuksal bir tanımı bulunmaktadır. Sözleşmenin 2. maddesi soykırımı “ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biridir: grubun üyelerinin öldürülmesi; grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi; grubun yaşam koşullarının bunun grubun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasti olarak bozulması; grup içinde doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması; ve çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi.” şeklinde tanımlar.(1) Dolayısıyla Hocalı’da bu tanımdan daha  fazlası yaşanmıştır.
Hocalı Soykırımı, Karabağ Savaşı sırasında 26 Şubat 1992 tarihinde Azerbaycan Cumhuriyeti'nin Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı kasabasında yaşanan Azeri sivillerin Ermeniler tarafından toplu şekilde katledilmesi olayıdır.
“Ermeni güçleri 1992 yılının 25 Şubatı 26 Şubat'ta bağlayan gecede bölgedeki 366. Alayın da desteği ile önce giriş ve çıkışını kapadığı Hocalı kasabasında, Azeri resmî kaynaklarına göre, 83 çocuk, 106 kadın ve 70'den fazla yaşlı dahil olmak üzere toplam 613 sakin öldürülmüş, toplam 487 kişi ağır yaralanmıştır. 1275 kişi ise rehin alınmış ve 150 kişi ise kaybolmuştur. Cesetler üzerinde yapılan incelemelerde cesetlerin birçoğunun yakıldığı, gözlerinin oyulduğu, başları kesildiği görülmüştür. Hamile kadınlar ve çocukların da maruz kaldığı tespit edilmiştir.” (2)
Karabağ hareketi içerisindeki önemli isimlerden biri olan Zori Balayan ise Ruhumuzun Canlanması adlı kitabında o dönemde Azerbaycan Türklerine karşı işlenmiş olan soykırım suçundan şöyle bahsetmektedir: “Biz arkadaşımız Haçatur'la ele geçirdiğimiz eve girerken askerlerimiz 13 yaşında bir Türk çocuğunu pencereye çivilemişlerdi. Türk çocuğunun bağırış çağırışları çok duyulmasın diye, Haçatur çocuğun annesinin kesilmiş memesini çocuğun ağzına soktu. Daha sonra bu 13 yaşındaki Türk’e onların atalarının bizim çocuklara yaptıklarını yaptım. Başından, sinesinden ve karnından derisini soydum. Saate baktım, Türk çocuğu yedi dakika sonra kan kaybından öldü. İlk mesleğim hekimlik olduğuna göre hümanist idim, bunun için de Türk çocuğuna yaptığım bu işkencelerden dolayı kendimi rahatsız hissetmedim. Ama ruhum halkımın yüzde birinin bile intikamını aldığım için sevinçten gururlanırdı. Haçatur daha sonra ölmüş Türk çocuğunun cesedini parça parça doğradı ve bu Türkle aynı kökten olan köpeklere attı. Akşam aynı şeyi üç Türk çocuğuna daha yaptık. Ben bir Ermeni vatansever olarak görevimi yerine getirdim. Haçatur da çok terlemişti, ama ben onun gözlerinde ve diğer askerlerimizin gözlerinde intikam ve güçlü hümanizmin mücadelesini gördüm. Ertesi gün biz kiliseye giderek 1915'te ölenlerimiz ve ruhumuzun dün gördüğü kirden temizlenmesi için dua ettik. Ancak biz Hocalı'yı ve vatanımızın bir parçasını işgal eden 30 bin kişilik pislikten temizlemeyi başardık.” (2)
Katliama tanık olan bir gazeteci, yaşananları şu şekilde aktarmaktadır:
“Dağlık Karabağ’ın Hocalı kentinin düşüşünü bir gün boyunca yaşadım. Görüntülerle belgeledim ve video çekimleriyle bir günde 1.300 Azerbaycan Türk’ünün Ermeni çetecilerce öldürülüşünü bütün dünyaya duyurdum. Hocalı katliamı anlatılamaz bir vahşetti. Azerbaycan yönetimi ve Cumhurbaşkanı Ayaz Mütellibov, olayı dört gün boyunca kamuoyundan gizlemeye çalıştılar. Bütün Azerbaycan şok olmuştu. Ermeni bıçaklarından, kurşunlarından kurtulmayı başaranlar; kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar karlı dağlarda tipi altında Agdam’a gelmeyi başardıklarında çoğunun ayakları donmuştu. Bazılarının ayakları ise kangrenden dolayı kesilmişti. Ermeniler vahşetin her türlüsünü sanki ibret olsun, örnek olsun diye yapmışlardı. İhtiyar dedelerin, yaşlı anaların yüzleri jiletlerle doğranmış, genç kadınların göğüsleri peynir gibi kesilmiş, bebeklerin kafa derileri yüzülmüştü. Hocalı ile Agdam arasındaki 12 kilometrelik orman boyunca cesetler dizilmişti.” (3)
Azeri Türk Kadınları Birliği Başkanı Tenzile Rüstemhanlı, “Bugünkü Ermenistan denilen devlet, bizim topraklarımızdan zorla göç ettirilerek kurulmuştur. Genç nesil bunları bilmiyor hatırlamıyor. Biz bunları anlatmadık, aşılamadık, öğretmedik. Çünkü Türk anaları evlatlarını katil ve cellat yetiştirmiyor” dedi. Dr. Mehmet Nahıyov, “Hocalı’da Ermeniler insanları, çocukları diri diri yakmıştır. Acımasızca insanlar kesildi, kadınların karınlarının deşildiğine, erkek çocukların başlarının kesildiğine bizler şahit olduk” dedi. Diğer canlı tanık tarih öğretmeni Tamila Bilalova “25 Şubat gecesini anlatmak çok zor. Ne yapacağımızı, nereye kaçacağımızı bilmiyorduk. Soğuk ve karlı bir gecede Ermenilerin zulmünden kaçmaya çalışıyorduk. Kaçamayanlar, Ermenilerin güllesiyle, hançeriyle ölüyordu” dedi. (4)
Bu bilgiler Hocalı'da yaşananların eşi benzeri olmayan bir vahşet, kin ve nefretin ürünü olduğunu ortaya koymaktadır.
Dağlık Karabağ Azerbaycan’ın toprağıdır ve şu an işgal altındadır. Azerbaycan’a karşı yürütülmüş olayların en acısı Hocalı Soykırımı’dır. Bu olay yüzyılın kininin yansımasıdır. Bugün Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan Hocalı Soykırımı’nı yapan komutanlardan biridir. Ve bir konuşmasında kendi kuşaklarının Karabağ’ı aldığını, gençlere de Ağrı’yı almalarını kendilerinden beklenildiğini söylemiştir. Ermenistan’ın başından bu zihniyete sahip kişiler gitmediği sürece uzlaşmanın olması mümkün gözükmemektedir.
Ermeniler kendi yaptıklarını haklı çıkaracak her türlü argümanı kullanmaktadır. Bizim buna karşı bir stratejimiz, bir politikamız var mı? Kanımca bu konuda çok eksiğimiz var. Yazarlarımız yaşanılan soykırımı köşelerine taşımalı, şairlerimiz şiirleriyle bu drama ses vermeli, ressamlarımız vahşeti çizmeli, fotoğrafçılarımız olayı fotoğraf karesiyle ölümsüzleştirmeli, ozanlarımız türkülerinde bu konuyu işlemeli, gazetecilerimiz bu elim tabloyu dünya gündeminde tutmak için gazetelerine taşımalı, medya bu konuyla ilgili programlar yapmalı, belgeseller hazırlamalı, sinemacılarımız dramı filmleştirmeli, dünyaya bu film aracılığıyla vahşeti duyurmalı, siyasilerimiz bu elim vakayı dünya devletleri nezdinde görüşülmesi için gündemde tutmalı ve gereken sonuç alınmalıdır.
 Hocalı Soykırım anıtını diken Keçiören (2005) ve Beypazarı (2009) belediyelerini bu onurlu davranışlarından dolayı kutluyoruz Kızılcahamam (2012) ve Isparta (2012) belediyeleri de anıtın yapılması için karar almış bulunmaktadır. Diğer belediyelerimizin de Hocalı Soykırımı’nı  unutmamak için, unutturmamak için “Hocalı Soykırımı Anıtı” dikmeleri çok yerinde olacaktır. TBMM ise Hocalı’da yaşanan bu vahşetin soykırım olduğunu kabul etmelidir.
Hocalı milli benliğin, milli kimliğin, milli duruşun, milli hasletlerimizin önemini gösteren bir belgedir bize. Geleceğimizi düşünüyorsak gençlerimizi tarihine dost, geleceğe umutla bakan, bilgili, kültürlü bireyler olarak yetiştirmeliyiz. Dünyada devletler kendi menfaatleri uğruna savaşlar vermektedir. Biz ne yapmaktayız? Oturup bu tabloyu seyrediyor muyuz? Yoksa elimizden gelenleri yapıyor muyuz? Bilgi ve bilinç düzeyi açısından çok iyi olduğumuz söylenemez. Artık toplum olarak bilgiyi merkeze almalı ve tüm politikalarımızı ona göre şekillendirmeliyiz. 
Gerçekleri konuşursanız ya da yazarsanız birtakım odakların bilinçli saldırısına maruz kalabilirsiniz. Burada İsmet İnönü’nün bir sözünü paylaşmak istiyorum. İnönü’nün “Bir memlekette, namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur.”  sözü çok yerinde söylenmiş bir sözdür. Eğer namuslu yazarlar (tarihçiler) çıkıp bu işin doğrusu budur demezse, namussuzlar köşe başlarını tutmaya ve hain emellerini gerçekleştirmek için ellerinden geleni yapmaya devam ederler.  Namus sadece kişinin kendi namusu ile ilgili değildir. Kişinin kendi ülkesi hatta insanlık ile ilgilidir.  O zaman ne duruyorsunuz miskin miskin. Çıkın ve insanlık adına bir şeyler yapın.
 Hz. İbrahim’i (a.s.) ateşe atan Nemrut’un ateşini söndürmek için ağzıyla su taşıyan bir karınca kadar bile olamıyoruz. Kendi rahatımız ve mutluluğumuzu tüm insanların rahatlığı ve mutluluğunun üzerinde görüyoruz. Ama bilinmelidir ki yaşanan soykırıma sessiz kalmanız bir gün sizin de bu gibi olaylara maruz kalabileceğinizin işaretidir. Bir daha insanlık dramının yaşanamaması için tek yürek, tek bilek olmalıyız. Dünyaya bu vahşeti, bu kıyımı tüm haklılığıyla ortaya koymalıyız. İnsanlık suçu işleyen canilerin uluslar arası arenada cezalandırılmaları sağlanmalı ve Dağlık Karabağ kendi öz sahiplerine (Azerbaycan halkına) verilmelidir.
Allah (c.c) Hocalı’da  ruhlarını teslim eden şehitlerimize rahmet, milletimize sabır ihsan etsin.

“Gün Hocalı Soykırımı’nı anma zamanı,
 Gün tüm gerçekleri ortaya koyma zamanı.”


Kaynaklar:

  1. http://tr.wikipedia.org/wiki/Soyk%C4%B1r%C4%B1m
  2. http://tr.wikipedia.org/wiki/Hocal%C4%B1_Katliam%C4%B1
  3. http://azerbaycan.ihh.org.tr/insan/hocali/hocali.html
  4. http://www.yenicaggazetesi.com.tr/yg/habergoster.php?haber=63961


Kuşakkaya Gazetesinde Yayınlandığı Tarih: 28 Şubat 2012



Sosyal Projelere Önem Vermeliyiz


“Yüksek bir insan topluluğu olan Türk Milleti’nin tarihi bir özelliği de, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir” ( Atatürk )

İnsan yaratılmışların en şereflisidir. Dolayısıyla insana  dair her şeyin düşünülerek yapılması gereği vardır. Bir makine bozulduğu zaman tamir edersiniz. Tamiri mümkün değilse yenisini alırsınız. Ama insan öyle mi? İnsana kendisi olduğu için değer veririz. Ve onun gelişimi için gereken ne ise yapmaya çalışırız. Onun güçlü yönlerini bularak o alanda kendisini geliştirmesini sağlamak temel görevimiz olmalıdır. Ancak onu tam anlamıyla anlamak mümkün değildir. Bizim yaptığımız iş ise onu anlama sürecinde yol almaktır.
Hayatta bizi güçlü kılan şey yaşama karşı direncimizi artıracak çabalarımızdır. Mücadele azmimiz ne kadar güçlüyse yaşamdan zevk alma oranımız da o oranda artacaktır. Tabii bizi hayata bağlayacak ve mutlu edecek nedir? Mutluluk öyle kolay elde edilecek bir şey değildir. Hayatta her şeyin bir karşılığı olduğuna göre bizim de hayata bir şeyler vermemiz gerekmektedir.
Yaşam sadece yemek içmek yani temel ihtiyaçlardan ibaret değildir. İnsan sosyal bir varlık olduğuna göre sosyal yönünü geliştirecek çalışmaların içerisinde olması gerekir. Sosyalleşme bir günde değil bir süreç içerisinde gerçekleşecek bir olgudur. İnsanların kendilerini özgürce ifade edebilecekleri ortamları oluşturmak sosyal sorumluluğumuzun bir gereğidir.
Resmi kurum ve kuruluşların, sivil toplum örgütlerinin sosyal kültürel alanda farklılık yaratacak projelere imza atmaları gerekmektedir. İnsana insan olduğunu hatırlatacak çalışmalar yarınlarımız için de bir güvence olacaktır. Sevgisiz bir toplumda kan ve gözyaşı hakimdir. Sevgi hamurunu yoğuracak ve ona şekil verecek ellere değer vermeliyiz. Ellerimiz bir olunca daha da güçlenecek ve yarınlara güvenle bakabileceğiz.
            Türkiye’nin birçok ilinde yerel yönetimler (belediyeler) sosyal projelere yer vermektedir. Gümüşhane’ de ise belediyelerin bu alanla ilgili çalışmaları sınırlıdır. Belediyelerin Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü bünyesinde kurulacak edebiyat ve şiir atölyesi, tiyatro atölyesi, diksiyon atölyesi, dil atölyesi, resim atölyesi, müzik atölyesi, fotoğraf atölyesi, yaratıcı drama atölyesi, satranç atölyesi, halk oyunları atölyesi vb. kurularak kentin sosyal yaşamına ayrı bir renk, ayrı bir güzellik katılabilir. Toplumun kültürel ve sanatsal açlığı bu projelerle giderilebilir. Bu proje ile katılımcılar hem sanatsal hem de sosyal birikimlerini hoşgörü, dostluk ve barış dolu bir atmosfer içerisinde diğer katılımcılarla paylaşma fırsatı bulacaklardır.
            Bu proje toplumun tüm kesimlerini kapsayacak şekilde uygulanmalıdır. Sanat yetenekle ilgili olduğuna göre toplumdaki yetenekli bireylerin tespit edilerek onların en iyi şekilde eğitim almaları sağlanmalıdır. Çalışmalar neticesinde dergi ve  kitaplar çıkarılabilir, sergiler açılabilir, seminerler ve konferanslar düzenlenebilir, şiir dinletileri, tiyatro ve halk oyunları gösterileri yapılabilir.  Tabii bu projenin gerçekleşmesi için kültür merkezlerinin yapılması gerekmektedir. Bu proje, kentin kültürlenme sürecine ciddi katkı sağlayacak ve kent canlı bir varlığa dönüşecektir. Canlı bir kentte de kim yaşamak istemez ki?


Kuşakkaya Gazetesinde Yayınlandığı Tarih: 31 Ocak 2012



Yöneticide Bulunması Gereken Özellikler


Yönetim olgusu insanlık tarihi kadar eski bir kavramdır. Dolayısıyla insanlar bir araya gelerek bir yönetim mekanizması kurmuşlar ve ona göre yönetilmişlerdir. Siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik yapı bir milletin nasıl yönetileceğini gösteren işaretlere sahiptir.  Bir ülkenin gelişmişlik düzeyi ile yönetim biçimi arasında doğru bir ilişki vardır. Dünyada geri kalmış ülkeler krallıkla, gelişmiş ülkeler ise demokrasiyle yönetilmektedir.
Güçlü milletlerden güçlü liderler çıkmıştır. Kökleri mazide dalları atide olan bir lider ülkesini dünyada lider ülke yapabilir. Böylece ülke insanı huzur ve refah içinde hayatlarını sürdürebilir. Yönetim kademesi bir ülkenin can damarıdır. O damar kesilirse devlet dağılır tâ ki yeni bir can - yeni bir lider - bulana kadar.  Yönetim olgusu bir ülkenin en önemli konusudur. Bu olguyu bilimsel veriler ışığında aydınlatmak sorumluluk sahibi olanlar için bir görevdir.
İyi bir yönetici iyi özellikleri üzerinde taşımalıdır. Diğer insanlardan daha farklı bakış açısına sahip olmalı, geçmişini bilmeli ve geleceğe yön verebilmeli, liyakatli, ilkeli, erdemli, kişilik sahibi, eğitimli ve kültürlü yani her açıdan donanımlı olmalıdır.
Yönetici akıllı ve bilgili olmalıdır. Her işe başlarken bilgi ile başlamalı akıl ile bitirmelidir. Bilgi yoksa akıl da bir işe yaramaz. Bilgi kuvvettir, onu kullanmak maharettir sözü ile bilginin ve aklın birlikte bir anlam taşıyacağı ifade edilmiştir.
İyi huylu olmalıdır. İyi yaradılışlı ve erdem sahibi kişilerin yaşayışları güzel olur. İyi huylu yönetici halka sıkıntı vermez. Kötü huylular ise halka sıkıntıdan başka bir şey veremezler.
Takva sahibi olmalıdır. Aslı temiz olanın davranışları da temiz olur. Doğru işler doğru kişilerin eliyle görülür. Yunus Emre’ye Taptuk Emre’nin dergahında dağdan odun taşıma işini verirler. Kırk yıl odun taşır dergaha Yunus. Her seferinde düz odun getirdiğini görenler Yunus’a sorar. “Dağ da hiç eğri odun yok mu?  Sen hep düz odun getiriyorsun.” Yunus’un verdiği cevap ilginçtir. “Bu ocakta eğri insan yok ki bende eğri odun getireyim.” demiş.
Anlayışlı ve gönül sahibi olmalıdır. İşte başarı için akıl gereklidir ama tek başına yeterli değildir. Gönül gözü açık değilse aklın bir yararı olmaz. Her işte sükûneti tercih etmeliyiz. Fırtınalarda geminiz alabora olabilir ama sessiz sakin bir suda hiçbir şey olmaz ve geminiz sağ salim karaya ulaşır.
Tok gözlü olmalıdır. Gözü aç adamı hiçbir şey doyuramaz. Aç gözlü bir adama dünyanın tüm nimetlerini de verseniz gözü doymaz Açgözlülük ilacı olmayan bir hastalıktır. Dünyanın tüm hekimleri bir araya gelse yine de tedavi edemezler bu hastalığı. Onların gözünü ancak ölüm doyurur.
Cömert olmalıdır. Cömert adamın malı eksilmez. Verilenin  yerine yenisi gelir. Cimrinin malından ne kendisine ne de halka bir faydası vardır. Cömertlik imandan gelen merhamet ürünüdür. Merhamet ise başkalarının eksiklerini gidermek için yardıma koşmaktır. Merhametli kişiler öksüz ve yetimleri, düşkünleri, yaşlıları, hastaları, engellileri – toplumdaki ihtiyaç sahiplerini – korur, kollar ve yardım ederler. Onlara hayatlarını devam ettirecek kadar imkân oluştururlar.
Haya sahibi olmalıdır. Haya duygusu olan kişi yanlış iş yapmaz. Uygunsuz işlerden insanları alıkoyduğu için bizi iyiliklere yöneltir ve başarıya ulaştırır.  Haya duygusu olmayan insan yönetim işiyle uğraşmamalıdır. Çünkü kötü niyet sahipleri onun bu zaafını kullanabilir ve ona birçok yanlış iş yaptırabilirler.
Özü sözü bir olmalıdır. Gönlünde hıyanet bulunan yöneticinin halkına bir faydası dokunmaz. Gönlü, dili ve tabiatı doğru olmayan bir yöneticin ülkesinde mutluluktan eser kalmaz.
İhtiyatlı ve uyanık olmalıdır. Uyanık idareci ülkesine karşı gelebilecek saldırıları önceden görüp tedbirini alır. Düzeni sağlamak için doğru kanunlar çıkarıp uygular. Adaletin terazisini kişiye göre çalıştırmaz.
İhmalin zulüm olduğunu bilmelidir. İhmalkârlık ülkenin felaketi olabilir. Her zaman tetikte olmak güvenlik için gereklidir. Zulüm ile yönetilen ülkelerde sıkıntılar çoğalır. Halk zalimin zulmüne ne kadar dayanabilir. Zulüm yanar ateştir, yaklaşanı yakar. Kanunları doğru uygulamak insanları zulümden kurtarır.

Doğru sözlü olmalıdır. Yaptıkları güven vermeyen bir yöneticiye kimse inanmaz. Her işine yalan bulaştıran kişiden bir vefa beklenmez. O sadece halka sıkıntı ve keder verir.
Cesur olmalıdır. Baş cesaretle ülkeyi yönetirse düşmanlar korkar, çekinirler. Aslan köpeklere baş olursa, köpekler aslan kesilir. Köpek aslanlara baş olursa, aslanlar köpek gibi yaltak olur.
Yönetici hiddetli olmamalıdır. Öfke ile kalkan zararla oturur. Yönetici öfkesini bal eylemelidir. Yapacağı işlerde inat etmek büyük zararlar doğurabilir. Düşmanın yapamadığını inatçı kendisine yapar. Her zaman sağduyulu olmalı, kararları soğukkanlılıkla almalıdır.
İçki ve kumardan uzak durmalıdır. İçki insanlığın düşmanıdır. İnsan sarhoş olunca aklını kaybeder. Aklını kaybedene deli derler. Deli hiç akıllı iş yapar mı? Temiz olmayan şeyleri su ile temizlenir. Ya su kirliyse onu neyle temizlemeli. Halkın uygunsuz hareketlerini düzeltecek yönetici uygunsuz hareketlerde bulunursa onu kim düzeltecek? İnsan hastalanırsa ona ilacı hekim verir. Hekim hastalanırsa ilacı kim verecek?  
Kibir ve gururuna yenilmemelidir. İkbal sahipleri alçakgönüllü olurlarsa yücelirler. Kibir sahipleri asla itibar görmezler. Kibir ve gurur sahipleri statü olarak yükselse bile oradan inişleri uzun sürmez.
Yardım duygusuna sahip olmalıdır. Nerde bir sıkıntı varsa çözüm üretmelidir. Yardım duygusu olmayanlar ölüden farksızdırlar. Ölülerin de yönetimde yeri yoktur.
Çalışanların ücreti tam verilmelidir. Çalışanlar emeklerinin karşılığı olan parayı alırlarsa huzurlu bir şekilde yaşamlarını sürdürürler. Çalışma huzurunun olmadığı bir ülkede huzursuzluk dalga dalga yayılır. Ve insanlar kendi çıkardıkları dalgada boğulurlar.
Mert olmalıdırlar. Söz ve davranışları tutarlı olmalı, ne söylediyse sözünde durmalıdır. Söz ağızdan çıkana kadar bizim esirimizdir, çıktıktan sonra ise biz onun esiri oluruz. Dolayısıyla iki düşünüp bir söylemeliyiz. Tutamayacağımız hiçbir sözü söylememeliyiz. Sözümüz toplumun yararına olan bir şey ise yerine getirmemiz sorumluluğumuzun gereğidir.
Başkanlık bilgisine sahip olmalıdır. Ülkenin düzeni siyaset ile sağlanır. Halk yöneticinin siyasetinden etkilendiğinden yönetme yetisine haiz olmalıdır. Bir ülkede sıkıntı varsa öncelikle o ülkedeki yöneticileri sorgulamanız gerekir.
Devlet adamlığı vasfına sahip olmalıdır. Ülke yönetimi ağır fakat şerefli işlerdir. Bu yükü kaldırabilecek olanlara sorumluluk verilmelidir. Ayakların baş, başların ayak olduğu ülkede huzur olmaz. Mutlu gelecek için yöneticilik görevini hakkıyla yerine getirenlere verelim. Benim adamım, senin adamın mantığıyla hiçbir yere varamayız. Gelecek ellerimizde, ellerimize sahip çıkalım…


Kuşakkaya Gazetesinde Yayınlandığı Tarih: 17 Ocak 2012


Siz




“Üzülme sen öğretmenim!
 Gün gelecek anlayacaklar seni.
 Yoğurduğun hamurun, yetiştirdiğin çiçeklerin kıymetini.
 Yalnız 24 Kasımlarda değil,
 Yılın üç yüz altmış beş gününde anılman gerektiğini” (Leyla Işık)

   
 Bir güneş oldunuz erittiniz içimizdeki demir dağları. Bir yıldız oldunuz sonra hilâl ile buluştunuz semâda. Karanlıkları aydınlattınız nuranî ışığınızla. O ışık vatanımın her noktasında dalgalanıyor şimdi.
“Oku  yaradan rabbinin adıyla oku” diyen dâvetin temsilcileri, bu kutsal  yükü ancak siz taşırsınız omuzlarınızda, kâinatın anahtarı sizde, siz açacaksınız insanlığa ilim kapılarını ve gömeceksiniz cehaleti kör kuyulara.
Güzel Türkçe’mizi körpe yüreklere ilmik ilmik işleyecek, gül bahçesinde gülleri derecek, insanlığa yol gösterecek, yarınları aydınlatacak sizsiniz.
 Görmeyen gözlere ışık, duymayan kulaklara ses, tutmayan dizlere fer olacaksınız.
Mete’yi, Yunus Emre’yi, Mevlana’yı, Fatih’i, Atatürk’ü yetiştiren büyük Türk milletinin yüce insanları, bu kutlu dâvânın baş mîmarı sizsiniz.
Siz âşığımın dilinde türkü, gül bahçemin gonca gülü, ıssız dağlarda açan kardelen çiçeğisiniz. Siz yanık sevdaların merhemi, umutsuz hayallerin ümidisiniz.
 Dudakları çatlatan sabrınızla, onca yapılan hatayı affedişinizle, hep gerçeğin peşinde oluşunuzla, öfkeyi  bal eyleyişinizle, bütün kapıları açık tutuşunuzla, hayata farklı bir gözle bakışınızla, haksızlık karşısında dik duruşunuzla hep gönlümüzdesiniz.
İyiyi, doğruyu güzeli öğreten siz, saygıyı, sevgiyi, hoşgörüyü topluma benimseten siz. Ömrünü insanların mutluluğuna adayan, bedenlerde kök salan, düşüncelerin bahçıvanı, kişiliğin, şahsiyetin, adaletin ve bilginin mîmarı, sanatkârların başı sizsiniz.
Siz şâirimin mısralarında dil, yazarımın elinde kitap, mühendisimin elinde cetvel, doktorumun elinde neşter, Mehmed’imin elinde kılıçsınız. Siz sert rüzgarlara göğüs geren, vatan için ölmeyi emreden, milli hasletlerimizin baş savunucusu, gönüllen gönüle esen gönül köprüsüsünüz. Siz yolunu kaybetmişlere rehber, insanımın yüreğindeki vicdan,  geleceğin aydınlık yüzüsünüz.


Kuşakkaya Gazetesinde Yayınlandığı Tarih: 28 Kasım2011



Yükseklerdekiler Yerdekiler Kadar Emniyette Değildir



            "Övündürmesin seni yükseklerde oluşun,
             Çamur da göğe çıkar kanadında bir kuşun" (Necip Fazıl Kısakürek)

            İnsanoğlu yaratıldığından beri hep gözü yükseklerde olmuştur. Hangi durumda olursa olsun mevcut durumla yetinmemiş, daha fazlasını arzulamıştır. İnsan bu sınırsız istek ve heveslerine bir türlü gem vurmayı becerememiştir.
            Dünyada olan biten her şey bir denge üzerine kurulduğundan her şey kendi yerinde güzeldir. Tahterevallinin bir tarafı ağır bastığı zaman denge kaybolur. Dengenin kaybolması da tüm olumsuzlukları beraberinde getirir.
            Aslanın kedi rolüne bürünmesi komik olurdu. Ancak ondan daha komik ve absürt olanı kedinin aslan rolüne bürünmesidir. Toplumda kedi kılıklı aslanlar epeyce çoğunlukta. Kendilerinin değerli olduğunu, kendilerinin üstünde bir güç olmadığını zannederler. Oysaki ne büyük bir gaflet içerisindedirler.
            Peki insan neden haline şükretmez de daha fazlasını ister? Neden bulunduğu şartlara göre mutlu olmayı beceremez. Bu soruya herkes farklı cevap verebilir. Bence insanın doymak bilmeyen arzu, heves ve istekleri insanı daha fazlasını istemeye sevk etmektedir. Kişinin daha iyi yaşam şartlarına ulaşması için mücadelesinden bahsetmiyorum. Kapasitesinin üstünde bir yere gelmesinin en başta kendisine vereceği zarar üzerinde durmak istiyorum. Esasında kişi ne altta ne üstte olmalı, olması gerektiği yerde olmalı. Kainattaki düzene baktığınız zaman mükemmel bir sistemin olduğunu ve bu sistemin de bir denge üzerine kurulduğunu görürüz. İnsan kendisinin yargıcı olmalı, kendini yargılamalıdır. İç muhasebesini yapmayan bir kişi elbetteki nerede durması gerektiğini bilemez.
            Makam, mevki, şan, şöhret, para birden bire elde edildiği zaman korkunç sonuca götürür insanı. Hak edilmeden verilen makam, kazanılmadan elde edilen para, bunun sonucunda elde ettiği şan, şöhret ve güç bir gün başına bela olacaktır. Toplumda bunun sayısız örnekleri görülmekte ama bunlardan bir türlü ders almamaktayız.
Birisine hak etmediği bir makam teklif edildiği zaman reddedecek kaç tane insan kaldı bu dünyada? Hak etmediği bir para eline geçtiği zaman bu benim hakkım değil diyecek kaç kişi var acaba? Teklifi, parayı kabul edenlerin de ne şöhretleri kalır ne paraları.
Hak ettiğiniz yerde olun her zaman. Tabii birinci kattan düşmekle on birinci kattan düşmek bir değil. Onun şiddetini siz hayal edin.  Başarı merdivenleri tek tek çıkılır.  Belli bir mücadele ve emek gerektirir.  Alın terine evet,  haksız kazanca hayır diyelim.  Böylece hem kendimize,  hem de topluma iyilik yapmış oluruz.
            Şeyh Edebâli'nin Osman Gazi'ye yapmış oldukları nasihatte "Üç kişiye acı:  Cahiller arasında âlime, zenginken fakir düşene, hayırlı iken itibarını kaybedene. Unutma ki, yüksekte yer tutanlar aşağıdakiler kadar emniyette değildir." demiştir.  


Kuşakkaya Gazetesinde Yayınlandığı Tarih: 




İlimsiz Şiir Olmaz



“İlimsiz şiir esâsı yok dîvâr kimi olur ve esâssız dîvâr gâyette bî-itibâr olur.”  (Fuzûlî)
    
            Edebiyat tarihinde şiire dair söylenmiş çok söz vardır. Şair, kendi penceresinden şiiri yorumlamış,  kâh duygularıyla kâh aklıyla şiirini şekillendirmiştir.
            Şiirin özelliğinden olsa gerek şiirle yolu kesişmeyen kimse yok gibidir. Kimisi şiir yazar, kimisi şiir okur, kimisi şiir dinler. Şiirin tüm insanları etkilediği gerçeğinden yola çıkarak şiire dair düşüncelerin kılı kırk yararak söylenmesi gerçeğiyle karşı karşıya kalırız. Gençlik hevesiyle yazılmış şiirlerin sadece duygudan mürekkep olduğunu ve bu şiirlerin uzun ömürlü olamayacağı bir gerçektir.
Şiir yazmanın bir yetenek işi olduğu ve herkesin şiir yazamayacağı, yazsa bile okur kitlesinin çok sınırlı kalacağı aşikârdır. Şiir yeteneği olan kişilerin hem aklî hem de naklî ilimleri öğrenmeleri gerekmektedir.  Çorak tarlaya buğday ekenler ile ilimden yoksun şiir yazanlar verim alamazlar. Toprağı suyla şiiri de ilimle buluşturmak gerekir ki güzel ürün/eser çıksın. Şiirlerini ilim ve marifetle besleyenler çağları delen bir sese sahip olurlar.
            Mevlana, Yunus Emre, Fuzûlî, Bakî, Şeyh Galip, Mehmet Akif, Necip Fazıl’ın şiirlerinde derin bir mana görülür. Bu derinliği yakalamak için hem gönül kapılarını açmak hem de ilim deryasında yüzmek gerekmektedir. Şiire gönül verenlerin bilmesi gereken şeyin ilimsiz ve gönülsüz şiirin olmayacağı. İlim ve gönül aynı potada yoğrulduğu zaman şiirin lezzetine doyum olmaz.
            Türk tarihinde birçok hükümdar şair idi ve şairlere de değer verirlerdi. Oysa günümüzde ne şair yönetici kaldı ne de şairlere verilen değer.  Onca değerlerimizin tarumar olduğu günümüzde şiir de bu durumdan nasibini almıştır. Bir devlet, ne zaman ilim ve gönül adamlarına değer vermişse  kalkınmış ve  refah içinde yaşamıştır. Ne zaman ki cahil yöneticiler iş başına gelmiş ve cahiller değer görmüşse ülke yıkılmıştır.
            Az sözle çok şey anlatmak başlı başına bir hünerdir. Bu hünerin sahipleri de şairlerdir. Şair, hakikat perdesini aralayan ve dehlizlerde izi kaybolmayan, aşk deryasında yüzerken gerçeklere kulaç atmasını ve düş ile gerçek arasındaki ince çizgiyi bilendir. Şair, şiir gibi yaşayan şiir gibi ölebilendir...


 
Kuşakkaya Gazetesinde Yayınlandığı Tarih: 


Bilgi Toplumunda Okul Kültürü


            Küreselleşme olgusu ekonomik, politik, sosyal ve teknolojik alanları etkilemektedir. Bu etkilenmeden - doğal olarak - eğitim de nasibini almaktadır. Küreselleşme olgusuna karşı koymak bize bir şey kazandırmaz. Uluslar arası düzeyde ilişkileri geliştirip bu olguyu yönetmeliyiz. İşbirliği örgüt kültürüne yeni bir boyut getirmiştir. Yeni anlayışlar örgütün yerel ya da ulusal bazda değil evrensel bazda değerlendirilmesi zorunluluğunu doğurmuştur.
Okul, ulusal değerleri evrensel değerlere taşıyarak evrensel kültüre katkı sunacak ve evrensel değerleri içselleştirerek güçlü bir okul kültürü oluşturacaktır. Okul, kendi değerlerini korurken yeni iklimlere açılarak yeni meyvelerden de tatmasını bilecektir.
Geleceği bilgi toplumları yönetecektir. Bu toplumların hammaddesi de bilgi olacaktır. Tüm kurum ve kuruluşlar kendilerini bilgi toplumunun yapısına göre yeniden dizayn etmek zorundadır. Bu kurumların başında da eğitim kurumları gelmektedir. Okul bilgiyi üreten, sunan ve yayan bir örgüttür. Okulun sahip olduğu örgütsel kültür, bilimsel gelişme ve yeniliğe açık, insan kaynaklarına değer veren ve bireyin kendini gerçekleştirmesine yardım eden bir örgütsel kültür olmalıdır.  Okulun asıl işlevi öğretmek değil öğrenme kapasitesini artırmak olmalıdır. Öğrencilerin güçlü yönleri üzerinde durarak onların gelişimlerine katkı sunmalıdır. Bilim teknolojilerini üst düzeyde kullanabilen okullar öğrenme algılarını da değiştirecektir.
Yönetici, astların işinden sorumlu olan kimse değil, çalışanların performansından sorumlu olan kimsedir. Yönetim algısını değiştirmeyen yönetici kısır yönetim döngüsü etrafında dönüp durur. Yeni bir bakış açısı geliştiren yöneticilerse geleceği okur ve ona göre uygulamalarını yaparlar. Geleceği bilgiyi amaç edinen liderler yönetecektir. Liderleri de lider okullar yetiştirecektir.
Bilgi toplumunda bireylerin meslekî rolleri değişecektir. Kariyere bağlı öğrenilmiş mesleğin sürdürülmesi yerine, meslek sahibinin meslek bilgisini sürekli yenilemesi esas alınacaktır. Bilgiyi kuyumcusu ustasının altını işlemesi gibi işleyen öğretmen altın güzelliğinde eserler vücuda getirecektir. Bilgi bir nehir gibi sürekli yenilenmek zorundadır. Yenilenmeyen nehir nasıl kokarsa bilgi de öylece kokmaya başlar.
Okul, yaşam boyu eğitimi yaşamın tüm alanlarına uygulayarak kapılarını yetişkinlere açacaktır. Okul giderek tam zamanlı çalışan yetişkinlerin devam ettiği bir yer olacaktır. Yetişkinler okullarda düzenlenecek seminer, kurs vb. etkinliklere katılarak okul kültürü içinde yerini alacaktır.
Okullar eğitim verme noktasında tekellerini kaybedecek,  diğer kuruluşlar okullarla rekabet edecek duruma gelecektir. Kuruluşlar kendi çalışanlarını eğitim faaliyetlerine alarak her yönden gelişmelerini sağlayacaktır.
Okul yöneticisinin geleneksel yönetim anlayışı değişecek yerine bilgiyi üretme ve etkili şekilde kullanma yaklaşımı benimsenecektir. Bilgi fabrikaları olacak olan okullar ürünlerini satacakları yeni alanlar bulmak zorunda kalacaklardır.
Bilgi alanındaki hızlı değişimler okul kültürünü temelden sarsacaktır. Bu sarsıntıları atlatmak için okul hem kendi değerlerini korumalı hem de değişime ayak uydurmalıdır. Öğrenciyi dış tehlikelerden korumak için dengeli bir okul kültürü inşa edilmelidir. Aile, çevre, kitle iletişim araçları ve okulun etkisi altında kalan öğrenci ancak örgütsel kültür çerçevesinde neyin doğru, neyin yanlış olduğunu öğrenebilir.
Güçlü okul kültürleri güçlü toplumları inşa eder. Öyleyse güçlü toplum için güçlü okul kültürleri oluşturmalıyız.


Kuşakkaya Gazetesinde Yayınlandığı Tarih: 22 Nisan 2011


Akıl ve Bilgi



            “İrfan olan yer ululuk kazanır,
            Bilgili olan kişi itibar kazanır,
             Bilir bilgili olan, anlar arif olan.
            Dileğine ulaşır bilenle anlayan.”  (Yusuf Has Hacip)

            İnsan akıllı ve bilgili olmalıdır ki hayatta zorluklara katlanabilsin, engelleri aşarak mutluluğa erişebilsin. Ne akıl ne bilgi tek başına işe yarar. Ancak ikisi bir arada olduğu zaman bir anlam kazanır yaşam. Her türlü hastalığın tedavisi vardır dünyada. Hastalıklar ancak bilgiyle yenilir. Bilgiyle deva bulur tüm dertler. Bilen insanın boşa geçen zamanı yoktur. Bilgisi onu zamanı israf etmekten korur. Akıllı ve bilgili kişi bir de anlayışlı olursa yüceliklere ulaşır. Arzu ve isteklerinizi dizginleyen anlayışınızdır. Dizginler elinizdeyse tüm yollar açıktır size.
            Bilginiz varsa gök yüzünde de yol bulur, başka alemlere açılırsınız. Mesafeleri aradan kaldırır, gönülleri birleştirirsiniz. Bilgi ancak başka birine ulaştığı zaman anlam kazanır. Bildiğini başka birine aktar ki sendeki bilgiler bir anlam kazansın. Aksi halde sendeki bilginin sana bir faydası olamaz. Gönül denizindeki incilerini gün yüzüne çıkar ve insanlığın hizmetine sun. İnsanın gönlündeki inciyi ortaya koymadıkça o incinin çakıl taşından ne farkı kalır. Bilgili insan bilgisini diliyle anlatmazsa, o bilgi yıllarca onda olsa da insanları aydınlatamaz.
            Yönetenler akıllı ve  bilgi sahibi oldukları zaman güçlü olurlar. Akıldan ve bilgiden  yoksunsalar  insanlığa hizmet adına bir şeyler üretemezler. Yöneticilere parlak bir gelecek için sabır, yumuşak huy, nezaket, akıl ve bilgi gerekir. Yön vermek ancak diğerlerinden fazla bilgi ve diğer meziyetlere sahip olmakla olur.
Bilgisizlik, gözleri görmeyen insanın hali gibidir. Nereye gideceğini ve nasıl davranacağını bilemez.  Daha da acısı gözleri görmeyen kişi gözlerinin görmediğini bilir ama bilgisiz olan biri bilgisinin olmadığını bilmez. Âlim bilmediğini bilen, cahil ise bildiğini sanandır.
“Aklın güzelliği dil ile, dilin güzelliği söz ile; Kişinin güzelliği yüz ile, yüzün güzelliği göz ile.” sözü içte ne varsa dışarıya onun yansıdığını gösteren güzel bir sözdür. Kişinin dili, sözü, yüzü, gözü kişiyi ele verir.
Bilgi kimya gibidir. Varlıklar onun etrafında toplanır. Bilgiyi elinde tutanlar diğer unsurları etrafında tutarlar. Akıl, bilginin sarayıdır. Bilgi ancak akılla anlam kazanır. Akıllı olan asalet, bilgili olan mevki, bilge kişi ise yücelik kazanır.
“Aklın kıymetini ancak akıllılar bilir. Bilgenin sattığını da ancak bilgi sahibi olanlar bilir. Akla saygı bilgiden gelir. Akılsız bilginin değerini ne bilsin? Bilgili, bilgiyi nerede bulursa alır.”
Bilginizi, aklınıza, aklınızı da gönlünüze teslim etmeniz size erdemli yaşamın kapısını açacaktır.Bilgi
ve akıl rehberiniz olsun; ona sarılınız, onu yüceltiniz. Çünkü onunla siz de yücelirsiniz.

Kuşakkaya Gazetesinde Yayınlandığı Tarih: 7 Nisan 2011


Vizyoner Liderlik


Sosyal yapıda oluşan hızlı değişimler örgütleri risk almaya ve değişim sürecine ayak uydurmaya zorlamaktadır. Değişimi sağlayanlar yaşamakta değişimi gerçekleştiremeyenlerse yok olup gitmektedirler. Bilgi artık ulusal düzeyden çıkmış küresel ölçekte hareket etmektedir. Bu karmaşık yapıda yolu gösterecek araçları da değiştirmemiz gerekmektedir. Geleceği okumanın günden güne zorlaştığı bu dönemde vizyon geliştirme yeteneği ön plana çıkmaktadır.
            Vizyon bir örgütün geleceğe yönelik resmi, görünmeyeni görme sanatıdır. Vizyonda zihinsel ve duygusal ögeler olmazsa olmazdır. Zihinsel öge başarıyla, duygusal öge kişisel değer ve inançlarla ilgilidir. Örgüt arzu ettiği geleceği ancak vizyonuyla ortaya koyabilir. Uzun vadeli hedefler belirlenerek örgütü somut bir hedefe kilitler. Vizyonun çerçevesini çizen ve geleceğe taşıyacak olan vizyoner liderdir.
            Kişilerde düşünce ve duygu birliği olan vizyon etkili vizyondur. Etkili bir vizyon hayal edilebilir, arzu edilebilir, gerçekleştirilebilir, odak noktaları belli olan, esnek ve iletilmeleri kolay olandır. Vizyonun eylemsel ve geleceğe dönük olması etkili olduğunu gösterir. Vizyonun enerji vermesi insanların hedefe koşmalarını sağlayacaktır.  Bireysel vizyon paylaşılan vizyona dönüşmedikçe bir anlamı yoktur. Vizyoner lider paylaşılan bir vizyon oluşturarak izleyenleri güdülemeye çalışır. Grubun hareket gücü, liderin geliştirdiği
vizyonun paylaşılma derecesine bağlıdır.
            Vizyoner lider vizyon geliştirme sürecini yönetir. Karmaşık süreci yöneten lider gelecekte ulaşmayı arzu ettiği resmi çizer. İzleyenlerin hayallerini yönetebilen ve vizyonun gelişimine öncülük eden lider vizyoner liderdir.
            Yolu görmek, yolda yürümek ve yol olmak vizyoner liderliğin üç temel rolüdür. Yol, vizyonun gelecekteki görüntüsüdür. Lider yollar arasından uygun olanı seçer. Gelecek odaklı düşünenlerin gelecekten bir kaygısı olmaz. Gelecek adına duygusal ve entelektüel sancı çeken liderler  vizyoner liderlerdir. Başarı sadece yolu görmek değil yolda yürümeyi de gerektirir. Yolun  önünde ve hiç sapmadan ilerlemek lideri vizyoner lider yapar. Yolda yürümek önemli ama en önemlisi de yol olmaktır. İzleyenler, liderin açtığı yolda yürümeye çalışır. Lider ise onları geleceğe taşıyan bir köprü görevi görür. Her türlü riski alır lider. Düşünce ve sezgisiyle yol olur. Güvenilir bir yol açar ve vizyona ulaşmayı
sağlar.

Kuşakkaya Gazetesinde Yayınlandığı Tarih: 26 Mart 2011



Allah'ın Cilaladığı Ayna Gibiyim


            İnsanlar kendi durumlarına bakmadan karşısındakini acımasızca eleştirmekte, yerden yere vurmakta hiçbir tereddüt etmemektedir. Eleştirinin sadece yermekten ibaret olduğunu sanan aptallar aslında yerdiği insanın değil kendisinin alçaldığının farkında değildir. Eleştiriyi teraziye benzetirsek eleştiriye konu olan kişi, ya da eserin artılarını terazinin bir kefesine, eksilerini de terazinin diğer kefesine koymanız gerekir. Siz başkalarını nasıl eleştiriyorsanız başkalarının da size aynen karşılık vereceğini hesap etmelisiniz.
Dünyaya ne verirseniz onu alırsınız. Sevgiyi gönüllere ekerseniz mutluluk biçersiniz, nefret ekerseniz hüsran. Ümidi aşılarsanız körpe dimağlara aydınlık yarınlara yelken açarsınız. İnsanların özgürlüğünü sağlarsanız kardeşin kardeşe husumetini engellersiniz. Saygıyı öğretirseniz dört mevsim baharı, barbarlığı öğretirseniz hazanı yaşarsınız.
Yaşam bir deniz yolculuğudur. Geminizin nerede alabora olacağını bilemezsiniz. Ama rotanız varsa er ya da geç hedefe ulaşırsınız. Siz denizi ne kadar tanır, severseniz deniz de sizi tanır ve sever. Sizin karaya ulaşmanız için sizi tüm engellerden korur.
İnsana nasıl bakarsanız o da size öyle bakar. İyi düşünceleriniz varsa emin olun karşınızdakinin de size karşı olumlu düşünceleri vardır. Kötü düşüncelere sahipseniz muhatabınızın da size karşı iyi niyet beslemediğini bilmelisiniz. Öyleyse kötü düşüncelerinizi iyi düşüncelerle değiştiriniz. Kötü duygularınızı, kötü düşüncelerinizi çöp kutusuna atınız. Hayata yeni bir sayfa açınız, yeni bir bakış açısı geliştiriniz. Kötü düşünceler bir kurt gibidir, sahibini içten içe yer bitirir. Kötü düşüncelere sahip insan hayatı, insanları, doğayı sevemez. Çünkü onun zihnindeki olumsuz yargılar her yerde karşısına çıkar.  Hayatı pozitif yaşayanlarsa her zaman iyi ilişkiler geliştirebilir ve mutlu olurlar. Karşımızdaki kim olursa olsun önce insan olduğu için değer vermeliyiz. İnsana insanca muamele yakışır. İnsana hayvanca davrananlar aslında kendilerinde var olan hayvani duygularını dışarı vurmaktadırlar.
Hayatı bir aynaya benzetirsek olan şeylerin kendi yansımamızdan ibaret olduğu görürüz. Bir kötü olayla karşılaşırsak öncelikle kendimizi hesaba çekmemiz gerekir. Evren boşluğu kabul etmiyor. Yaptığınız en ufak bir yanlışın bir gün karşınıza çıkacağını bilmelisiniz. Kayıt sahibinin bir gün hesap soracağını ve ona göre davranışlarımızı şekillendirmemiz gerektiğini aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir. Zalim bir gün yaptıklarının bedeli öder, halim selim insanlar ise her zaman iyi anılırlar. İyi ya da kötü anılmak sizin elinizde. Öyleyse iş işten geçmeden hayatınızı gözden geçiriniz…
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammet Mustafa’nın (s.a.v)  hayatı örnek alacağımız bir çok hikâye ile doludur.  İbret almanız dileğiyle hikâye şöyle: Ebu Cehil bir gün Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) dedi ki:
-Hâşimoğulları sülalesinden senden daha çirkin suratlı biri gelmemiştir!
Peygamber Efendimiz (s.av.)  buyurdu ki:
-Haddini aştın ama yine de doğru söyledin.
Biraz sonra Hz. Ebubekir (r.a) Peygamber Efendimiz’in (s.av.) yanına gelince:
-Ey güneş yüzlü Resûl’ senden daha güzel, daha parlak bir yüz görmedim, dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bunun üzerine:
-Ey aziz dost, ey değersiz dünya kaydından kurtulan, doğru söyledin, dedi.
Orada bulunanlar:
-Ey yüce Peygamber! Bu ikisi birbirine zıt şeyler söylediler, sen de her ikisine de “doğru söyledin” buyurdun. Bunun sebebi nedir, diye sordular.Peygamber Efendimiz (s.a.v):
-Ben Allah’ın cilaladığı ayna gibiyim bana bakan kendini görür, buyurdu.

 
Kuşakkaya Gazetesinde Yayınlandığı Tarih: 16 Mart 2011
Gümüşhane, Bayburt ve Kelkit’in Kurtuluşu Üzerine


          “Karlar kefen olmuştu, karlar mezar toprağı,
           Kan kusturdu Moskof’a tam altı ay Kopdağı…” (Osman Nuri SEZER)

          Ruslar, 16 Temmuz 1916’da  Bayburt’u, 19 Temmuz 1916’da Gümüşhane’yi, 22 Temmuz 1916’da Kelkit’i işgal etmiştir. Kanlı savaşların yaşandığı Kopdağı engelini aşan Ruslar Bayburt’un düşüşüne sevinerek şenlikler yapmışlar, ciddi direnişle karşılaşmadan Gümüşhane ve Kelkit’i ele geçirmeyi başarmışlardır. Ancak Rus askeri Kürtün ve Şiran’ı işgal edememiştir.
            Rus işgaliyle birlikte birçok aile Sivas, Tokat, Çorum civarlarına göç etmiş, göç esnasında hastalıktan, açlıktan dolayı birçok insanımız ölmüştür. Geride kalanlar ise hiç unutamayacakları cehennem azabı yaşamışlardır. 
Tarihin tozlu sayfalarını silerek tarihi gerçekleri bugünkü nesle aktarmak her vatandaşın asli görevi olmalıdır. Okuryazar olmayanlar bunu sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarmakta ama bunlar bir zaman sonra unutulmaya yüz tutmaktadır. Öyleyse bu dönemin tarihsel, sosyolojik, psikolojik, felsefi, ekonomik ve edebi yönden araştırılması ve eserlerin yayınlanmasının önemi ortadadır. Dönem tüm gerçekliğiyle ortaya konulmalıdır. 
Geçmişini bilmeyenler geleceklerine yön veremezler. Yaşanılan gerçeklerin tüm çıplaklığıyla ortaya konulması ve bu gerçekler ışığında geleceğimize yön vermemiz gerekmektedir. Ruslar 1916-18 yıllarında savaş gereği insanlarımızı öldürmüşlerdir. Ama asıl üzerinde durulması gereken içimizdeki hainlerin yaptıkları eylemlerdir. Ve bu hainlerin ifşa edilmesi tarihî bir sorumluluktur. Rus işgali sırasında bu bölgede Rum ve Ermeni aileleri yaşamaktaydı. Rus işgaliyle birlikte “Millet-i Sadıka” denilen-ben katılmıyorum- Ermeniler çeteler kurarak insanlarımıza olmadık zulümler yapmışlardır. 
Bu çeteler Ruslar çekilinceye kadar gizlice örgütlenmişler ve yapacakları kanlı eylemlere eğitilerek hazırlanmışlardır. 1918 yılında Bolşevik ihtilalinin çıkmasıyla Ruslar geri çekilmeye başladıkları sırada bu çeteler Bayburt’ta insanların üzerlerinde ne varsa aldıktan sonra taş mağazalara kilitlemişlerdir. Bu mağazalarda altı oda olduğu ve her odanın yaklaşık altmış kişi aldığı söylenmektedir. Ermeniler, 3 Şubat 1918 günü buradaki insanları süngüleyerek ve baltaları kafalarına vurarak şehit ediyorlar. Hırslarını alamayan bu caniler üzerlerine gaz yağı dökerek yakıyorlar. Odaların birindekiler ellerine geçirdikleri demirle yerdeki taşları sökülerek kapının arkasına kalın bir duvar örüyorlar. Kapıyı açamayan Ermeniler kapıyı açmak için bomba kullanıyorlar. Patlamadan sonra Ermenilerle içerdekiler arasında boğuşma yaşanırken çırılçıplak ederek otele götürülen 14 kadından bazıları otelden kendini atarak şehit olmuşlardır. Bu sırada cephanelikte bir patlamanın olmasıyla Türklerin geldiklerini sanan Ermeniler kaçınca 48 kişi ve ölmüş süsü veren birkaç kişi bu olayda kurtulmuştur.  Bayburt Yukarıkırzı köyünde yaşananlarsa ibret vericidir. Bir evde saklanan köyün kızları ve gelinleri ermeni karısının burayı söylemesiyle Ermeniler buraya gelmiş ve köydeki tek erkeği öldürdükten sonra eve girmişlerdir. Buradaki 18 kişi namuslarını koruyabilmek için kendilerini su kuyularına attıkları söylenir.
15 Şubat 1918’de Gümüşhane ve Torul, 17 Şubat 1918’de Kelkit, 21 Şubat 1918’de ise Bayburt düşman işgalinden kurtarılmıştır. Vehip Paşa, Fevzi Paşa, Osman Paşa gibi komutanlar kahramanca mücadele etmişler ve bu bölgenin kurtuluşunda ciddi katkıları olmuştur. Bu nedenle onları hayırla anmak ve tüm şehitlerimiz için bir fatiha okumak boynumuzun borcudur.
Dışardan gelecek hiçbir saldırı milletimizi yok edemez. Ama içerden gelecek saldırılar ciddi yaralar açabilir. Osmanlı Devleti zamanında bolluk ve refah içinde yaşayıp ticaretle uğraşan Ermeniler savaş zamanında Türkleri içlerinden vurmuşlardır. Bu olaylardan geleceğimizin teminatı gençlerimizin haberdar olması ve bu bilinçle yetiştirilmesi gerekmektedir. Yarın bu gençler ülke yönetiminde yer alacaklar, ülke adına karar vereceklerdir. Öyleyse yarınlarımız bizim elimizdedir. Fırsatımız varken onları en iyi şekilde eğitmeliyiz.
“Ya İstiklâl, Ya Ölüm!” parolasıyla kendine gelen Türk milleti istiklâl uğruna,  bağımsızlık uğruna, özgürlük uğruna, bayrak uğruna, ezan uğruna, namus uğruna canını seve seve feda etmiştir. Onlar olmasaydı bugün bu topraklarda ya yaşamıyor olacaktık ya da esaret altında yaşayacaktık. Esaret Türk için ölümden beterdir. Hiçbir Türk bir başka milletin boyunduruğu altında yaşamak istemez. Çünkü bağımsızlık Türk’ün genlerinde saklıdır.
Ne Rus’un  ne Ermeni’nin ne de Rum’un bu topraklardaki emelleri değişebilir. Rusların “Panslavizm İdeolojisi”, Ermenilerin “Büyük Ermenistan” hayali, Rumların “Pontus Rum Devleti” emeli her zaman olacaktır. Rusların düşüncelerini anlamak için Panslavizm ne olduğuna bakmak yeterlidir. İdeolojinin özünde “Ayasofya’nın tepesine haç asmak”  vardır. Bu toprakların tarihi kanla yazıldı ve bu topraklar ancak kanla kaybedilir. Biz bu ilke için canımızı verdik ve vermeye de devam etmekteyiz. Ortak yaşama ülküsü olduğu sürece hiçbir gücün bizden toprak alma şansı yoktur. Yeter ki bir olalım, birlik olalım…
Asıl sorulması gereken soru bunlar bu düşüncelere sahipken biz ne yapıyoruz? Geleceğimizi neyin üzerine bina ediyoruz? Yarın karşılaşabileceğimiz sorunlar için ne gibi tedbirler alıyoruz? 
Devlet ve millet topyekûn milli bir kurtuluş reçetesi hazırlayıp onu uygulamalıdır. Uzun vadeli stratejik planlar yapılmalı, Türkiye’nin elli yılı, yüz yılı planlanmalıdır. Türkiye gücünü özünde aramalıdır. Özüne dönmelidir. Ama içteki hainleri de kollamalıdır ve bir daha böyle bir yanlışa düşmemek için Necip Fazıl Kısakürek’in deyimiyle “Ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin” bir nesil yetiştirmek zorundadır.

Kaynak: SAN, Özcan Sabri, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1993



          Kuşakkaya Gazetesinde Yayınlandığı Tarih:  23 Şubat 2011 Çarşamba

Örgütlerde Ast-Üst İlişkileri


            Örgütlerde ast-üst ilişkileri yönetim sürecinin planlama ve örgütleme aşamasından sonra gelir. Örgüt içerisinde hangi işleri, kimin, ne zaman ve kimlerle ilişkilerinde bulunarak yapacağı örgütleme ile ortaya çıkar. İşinde uzmanlaşan çalışan pozisyonunu net olarak bilmek zorundadır. Kimlere ne tür emirler verileceği işbölümü sonucunda belirlenir.
Astlara verilen emirler açık ve anlaşılır olmalı, bilgi, yetenek ve uzmanlık alanına uygun olmalı, hiyerarşik düzene ve ilişkilere uygun olarak verilmelidir. Ast tek bir üstten emir almalıdır. Emir, astın organizasyondan beklediği çıkarlara aykırı düşmemelidir. Emir kişisel bir irade bildirmekten ziyade, astı müşterek bir çabaya davet biçiminde olmalıdır. Üst “Bunu yapmanızı emrediyorum” demek yerine “Şunu yapmanızın nedeni budur” demesi daha uygundur. Emrin yöneltildiği amaç belirlenerek ast cesaretlendirilmelidir.
Astın ihtiyaçlarının bilinmesi, davranışının nedenlerini bu ihtiyaçta aranması ilişkilerin sağlıklı yürümesini sağlayacaktır. Üstlerin güven duyulan, adaletli ve hakkaniyetli kişiler olmaları astların güvenlerinin kazanılmasının yegane yoludur. Adalet ve güvenin olmadığı yerde huzursuzlukların olması kaçınılmazdır. Huzursuzluğun olduğu yerde de örgütün amaçlarının sağlıklı bir şekilde gerçekleştirildiğini iddia etmek ahmaklıktan başka bir şey değildir.
Astlar üstlerinin samimiyetine inandıkları ölçüde güvenli olurlar. Uygun bir ortamın yaratılması güven ikliminin örgütte oluşmasını sağlayacaktır. Kişilerin samimi olduklarını nerden anlayabiliriz? Elbette davranışlarından, uygulamalarından anlaşılabilir. Üst kendi özelliklerini astın tanımasına fırsat vererek iletişim kanalların açık olmasını sağlayabilir. Ast üstünü tanıdığı oranda iletişim kuracaktır. Korku ve güvensizliğin olduğu yerlerde pasif direnişler ve bazı durumlarda da açık isyanlar görülebilir.
Ast örgütün yönetim felsefesi ve politikası, iş usulleri, kaide ve yönetmelikler, görev, yetki ve sorumluluklar, pozisyon, yöntem, teknoloji, örgütsel değişimler ve yeniliklere ilişkin bilgileri bilmeye ihtiyaç duyarlar. Yeterli düzeyde bilgi ve tecrübesi yoksa kişinin örgüt içerisinde olmaktan mutlu olmaz ve bu yüzden ortaya iyi bir eser de koyamaz. Örgüt çalışanlarının bilgiyle donatılması işlerin doğru ve hızlı yapılmasını sağlayacaktır.
Disiplinden anlaşılması gerekenin  sadece baskı ve cezalandırma aracının olmadığı, doğru hareketleri destekleme, savunma ve ödüllendirme ile ilgili olduğu da unutulmamalıdır. Maalesef genelde örgüt yöneticileri disiplini baskı aracı olarak gördüklerinden hiçbir sorunu gerçek anlamda çözememektedirler. O an için sorun çözülmüş gibi görünmekte ancak sorun daha da derinleşmekte ve tamiri imkânsız yaraların açılmasına neden olmaktadır. Elbetteki örgütteki eksiklikler tespit edilip düzeltilmesi gerekir. Ama sadece ve sadece kusur aramak için yapılan denetimler örgüt çalışanlarını huzursuz etmekten başka bir işe yaramaz. Başarının ekip ruhuyla elde edildiği gerçeği ortadayken örgüt çalışanlarını yok yere rahatsız edecek davranışlardan kaçınılması gerekmektedir. Hedefe ancak iyi bir strateji ve ekiple ulaşmak mümkündür. Terazinin bir kefesine olumsuzları diğer kefesine olumluları koyarak değerlendirme yapılmalıdır. Ve cezadan çok adil bir ödül sistemi örgüt başarısını artırabilir.
Örgüt yönetiminin planlamasına katılan ast yaptığı işi severek yapar. İşini severek yapan çalışan örgütün gelişimine ciddi katkılar sunabilir. Burada kazançlı çıkan hem çalışan hem yöneticidir. Ama asıl kazanan örgüttür. Çünkü bu durum örgütün  kurumsallaşmasını tamamlayarak marka olma yoluna çoktan girdiğini göstermektedir.
Ast üstüyle fikir ayrılığına düştüğünde üstüne itiraz edebilir. Sorun çözülemediği durumlarda astın daha üst örgüt kademesinden birine danışma ve müracaat etmesi sağlanmalıdır. Bu durum astın, üstünün değerini anlama ve takdir etmesini sağlayacaktır. Mevcut durumda ise ast üstü gibi düşünmüyorsa ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Her insan farklı olarak yaratıldığından dolayı farklı fikirlere sahiptir. Kendisi gibi düşünmeyeni eleştiren yönetici yaratılış felsefesini içselleştirememiş demektir. Her yenilik farklı fikir ve düşüncelerden çıktığına göre farklı fikir ve düşüncelere tahammül edemeyenler yeniliklerin önünde en büyük engeldirler. Üzülerek belirtmeliyim ki bu düşünceye sahip kişiler bir çok örgüt kademesinde yer almakta ve makam ve mevkileri kendi keyfi emellerine alet etmektedirler.
Baskı, bir insana veya bir gruba belirli bir faaliyeti yaptırmak üzere zorlayıcı tedbirler alınmasından doğar. Böylece insanın belli bir işi yapmak üzere harekete geçirir. Korkular insanların hareket kabiliyetlerini azalmasına ve yeteneklerinin körelmesine neden olur. Korkudan dolayı itaat sağlansa da bu uzun sürmez. Gizli sabotajlar, iş yavaşlatmalar, görünmeyen israflar gibi içten yıkıcı faaliyetler yönetsel etkinliği ve verimliliği azaltacak ve ortadan kaldıracaktır.
Öyleyse otorite kazandıracak ve itaati sağlayacak davranışlar nasıl olmalıdır?
Üst emirlerin yasalara uygun olmasını, örgüt hiyerarşisine ve örgüt içi yönetmeliklere saygılı olmayı bilmelidir. Üst örf, adet, gelenek ve dinsel bağlılıklara saygı duymalı, vereceği emirlerde bunlara aykırı emir vermemelidir. Üst asta görüş ve fikirlerini açıklama fırsatı vermelidir. Üst astın gruplarını tanımaya çalışmalıdır. Üst, sorumluluğunu yüklendiği yönetsel alanda gerekli uzmanlık bilgilerine sahip olmalı, yeni bilimsel değişme ve gelişmeleri yakından izleme arzu ve davranışında bulunmalıdır. “Ben önemli bir kişiyim, ben her şeyi bilirim”  dememeli, “Görüşmelerimiz sonucu şu ilginç fikirleri izleyiniz” demelidir. Yönetici yazılı emir ve talimatlardan ziyade astlarla yüz yüze ilişkileri geliştirmelidir. Örgütün amaçları ile kumandası altında bulunan kişilerin ihtiyaç ve amaçlarının bağdaştırılmasını sağlayabilmelidir. Kısaca verilen emirler, astların yeteneklerine, örgüt amaçlarına uygun olmalı, astların örgütteki bekledikleri çıkarlara ters düşmemelidir.

Kaynak : EREN, Prof. Dr. E, Örgütsel Davranış ve Yönetim Psikolojisi, Beta Yayınları, İstanbul, 2008.


Kuşakkaya Gazetesinde Yayınlandığı Tarih: 8 Şubat 2011 Salı

Değerlerle Yönetim

            İşgörenleri  ortak değerler etrafında bütünleştirip, değer odaklı davranmalarını sağlayan bir yönetim yaklaşımıdır değerlerle yönetim. İnsanların aklı ile hareket eden bir varlık olmaktan çok değerlerle hareket eden bir varlık olarak görülmesi değerlerle yönetimin temel varsayımını oluşturmaktadır. Değerlerle yönetim, işgörenin hem kafasına hem de kalbine hükmetmeye çalışan bir yönetim anlayışıdır. Okulda etkili bir iletişim informal iletişimin artırılmasıyla mümkündür. Örgütteki tüm bireylerin temel değerler etrafında buluşması taban ve tavan arasındaki birlikteliği sağlar. Değerler ne kadar güçlüyse duygusal bağ da o kadar güçlüdür. Bağ güçlü olunca etik ilkelere bağlılık artar ve iş huzuru sağlanmış olur. Öğretmenin kişisel değerleriyle okulun örgütsel değerleri arasında bir bütünlük sağlanamazsa, okul yaşamı bir anlam ifade etmez.
Misyon ve değerlerin benimsenmesi değerlerle yönetim sürecinin ilk aşamasını oluşturur. Okulda yöneticinin ortaya koyduğu değerler öğretmenler tarafından paylaşılmıyorsa bu değerler öğretmenler üzerinde etkili olmaz.  Değerlerin paylaşılmadığı bir örgütte de değerlerle yönetimden söz edemeyiz.Yönetici öncelik arz eden değerler setini belirler. Öğretmenlerin değerlerle ilgili düşünceleri alınır. Veli ve öğrenci düşünceleri alınır. Elde edilenler (misyon ve değerler) öğretmenlerin onayına sunulur. Onaylanan ve paylaşılan değerlerin toplumsal değerlerle tutarlılığı sağlanır. 
 Temel değerler fikir düzeyinde paylaşıldıktan sonra uygulanmaya çalışılır. Etik kurallara uymak, duyarlı olmak ve verimli olmak gibi değerler belirlenerek uygulanabilir. Değerlerle yönetim sürecinde gerçek başarı, değerleri ilan etmekten değil, onları sürekli gündelik örgütsel faaliyetlere yansıtmaktan kaynaklanır. 
Yönetici karar verme sürecinde kişisel değerleri değil, örgütsel değerleri temel almalıdır. Değerlerin iletilmesi, informal iletişim kanallarının açık tutulmasıyla sağlanabilir. Bir okul için kalite ve yenilikte önde gitmek, okuldaki herkesin haklarına saygılı olmak, takım halinde çalışmak ve en iyi eğitim hizmetini sunmak, paylaşılan örgütsel  değerler olabilir. Kollektif şuur, uygulamaya önem verme, yüksek başarı beklentisi, dürüstlük ve güven, yönetsel destek, sorun çözmeye yönelik karar verme, açık iletişim, saygı ve onurlu olma değerleri güçlü olan okulların özellikleridir.
Değerlerin işgörenlere aktarılması, iletişim kanalları zenginleştirilerek sağlanabilir. Okulun örgütsel değerleri, öğretmenlerin ve öğrencilerin beklentilerini bütünleştirmeye çalıştırmalıdır. Öğretmenler arasında eğitsel değerler açısından sağlanan uzlaşma, eğitim ve uygulamalarında ortak ölçütlerin oluşturulmasına yardımcı olabilir.
Hedefleri belirleyerek eyleme dönüştürme rolünü okul yöneticisi oynamaktadır. Okulun değerleri okul yöneticisinin değerlerine, okul yöneticisinin değerleri toplumsal değerlere dönüşür. Böylece değerlerle yönetilen okullar değerlerle yönetilen toplumlara dönüşürler.

Kaynak: ÇELİK, V. , Okul Kültürü ve Yönetimi, Ankara:Pegem Yayıncılık, 2002.



          Kuşakkaya Gazetesinde Yayınlandığı Tarih: 31 Ocak 2011 Pazartesi